Sözün özü, birazdan anlatacağım olayın kesinlikle kurmaca olmadığına yemin edebilirim. Nimet olsun, Kur'an olsun bilumum kutsal şeyler her bir yerimi çarpsın ki, hatta üç harfliler oramı buramı ters döndürsünler, ellerimle yürüyüp ayaklarımla konuşayım ki bu olay yüzde yüz gerçektir. Vallahi diyorum bak!
Bundan hepi topu 7-8 sene önce, yaz aylarında bazı metrobüs duraklarında, yolcuları serinletmek amaçlı geliştirilmiş su püskürten sistemler vardı. Hava kabarcıkları, istasyonun tepelerine monte edilmiş düzeneklerden su damlaları olarak çıkıp metrobüs bekleyen biz sayın yolcuları serinletirdi. Yani bu süperötesihiperteknolojik uygulamayı tasarlayan çok sevgili yetkili, serinletebileceğini hayal etmişti.
Gelgelelim, olay tam olarak böyle cereyan etmiyordu. Çünkü su, iki hidrojen ve bir oksijenin tepkimeye girmesiyle ortaya çıkan kimyasal bileşik olup temas ettiği yüzey nelerle tepkimeye girmiş olursa olsun ıslatırdı. Suydu bu. Ve suyla şaka olmazdı. Tabii ki bu süperötesihiperteknolojik uygulamayı tasarlayan yetkilinin bize su şakası yaptığı düşünülemezdi. Lakin su gibi berrak bir zihne sahip olmadığı da açıktı. Nitekim ilk gün bunun bir şaka olma ihtimaline inanmak istedim, ama günlerce devam edince kendisinin asla şaka sevmeyen, çok ciddiyetli bir şahsiyet olduğunu anladım.
Bu süperötesihiperteknolojik uygulama sadece günlerce sürse “Kim yaptı lan bu boktan şakayı? Ama sizi mi kırıcam” deyip gülebilirdim. Ancak yıllarca sürdü, gülemedim. Ve biz sayın yolcular, her seferinde ıslandık. Hava sıcaktı. Biz ise hem terli hem ıslaktık. Üstelik ıslanmaktan kaçamıyorduk. Şarıl şarıl yağmur yağdığında bile biz insanoğlu kaçacak bir köşe buluyorduk da bu anlamsızca su püskürten zımbırtıdan kaçamıyorduk. Çünkü her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünen yetkililer, kimse bu serinleme lüksünden mahrum kalamasın diye adım başı yerleştirmişlerdi düzenekleri. Metrobüse binmek için beklemek, beklemek için de ıslanmak gerekiyordu.
Hani manavlarda, balıkçı tezgâhlarında kullanılan sulama sistemleri var ya, heh işte onlardandı bunlar. Hatta bence bu süperötesihiperteknolojik uygulamayı tasarlayan yetkili, boş zamanlarında balıkçılık yapıyordu. Bir gün lüferin tezgâhta üfür üfür ıslanışını izlerken “Lan biz bunu şu bizim sayın yolcularımıza da yapsak ya, sevinsin garipler” demiş olabilirdi.
Bu ilk aklına geleni sorgusuz sualsiz hayata geçiren yetkilinin unuttuğu küçücük bir detay vardı; biz lüfer değil, insandık. Ve banyo yapmıyor isek, sahilde şezlong keyfi çatmıyor isek, çıplak değil isek, üzerimizde mayo yok ise; evden işe/okula gitmek için yola çıkmış kıyafetli, saçı başı yapılı halde isek ıslanmaktan hoşlanmazdık.
Biz sayın yolcular artık metrobüsün kalabalıklığından, havanın sıcaklığından geçip ıslanmamak için mücadele eder olmuştuk. Saçlarımız ıslanmasın diye yazın ortasında kafamızı örtüyorduk. Çünkü baaayan arkadaşlar bilir ki o saçlar dümdüz olmak için kafaya yatırılıp uyutulana kadar saatlerce uğraştırır ve bir damla suyun kokusunu bile alırsa sazın kopan teli gibi "dink!" diye yattığı yerden kalkacak kadar uykusu hafif bir arkadaştır.
Bu uygulamanın tuhaflığı ve rahatsız ediciliği konusunda bazen kendi aramızda söyleniyorduk. Toplum olarak çok minnoş ve tatlış olduğumuz için devlet büyükleri bizim dertlerimizle üzülmesin, kederlenmesin istiyorduk. Hem ne güzel bu sıcakta ıslatıyorlardı bizi, bir de kurutmakla mı uğraşsınlardı! Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasındı.
Hâl böyleyken içimizden biri artık yeterince ıslanmış olacak ki dayanamayıp isyan etti. “Kapatın artık şu suyu, bir götümüz kaldı ıslanmayan!” dedi. “Bu harcadığınız suyla oramızı buramızı ıslatacağınıza evlere dağıtın da hayrını görelim!” dedi. Bence öyle dedi. Ben olsam öyle derdim.
Yetkililer ıslak göt görmek istemediklerinden olsa gerek durumun vahametini anlayıp kestiler bizim suyu. Bir gün bir gittim durağa, herkes kupkuru. Hava ise hala çok sıcak. Biz ise hem terli hem kuruyuz.
Gördüğünü kavurmakta kararlı güneşe döndüm yüzümü, zaten ben dönmesem de o kimsenin ulaşamayacağı yerlerimi bile hedef aldığı için bana hep dönüktü. Yine de döndüm ve beynimin içini içini işaret ederek “Biraz da buramı yak ey güneş!” dedim. “Yak da az biraz ben de mutlu olayım, az biraz ben de güleyim de öyle göçeyim bu dünyadan!” Hem terli hem şuursuzdum.
Not: Bu yazıyı yayınlamadan önce paylaştığım kişilerin hepsi "Gerçekten oldu mu böyle bir şey ya?" diye sorup ikna olmadıklarını beyan ettiler. Oysa yukarıda da belirttiğim gibi "Nimet, Kur'an çarpsın şu kadarcık yalanım varsa..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder