17 Mayıs 2020 Pazar

Dilek kipi


Büyürken tüm çocukluklarımızı alsak yanımıza
Paylaşsak mahrum kalan ya da terk edip bırakanla
Yani diyorum, biz büyüyelim ama kirlenmesin dünya
Unutmanın seyrine inat, kök salsa çocukluk etmeler
Sevmek dert yaratmasa ince ruhlu sevene
Tahir’in Zühre’yi sevdiği gibi Zühre de Tahir’i sevse
Yani diyorum, duygular kör sağır, başına buyruk gezse de
Nefretin sebatına inat, karşılıksız kalmasa sevmeler
Mutluluk naif kalmasa acının direnci yanında
Kötülüğün öfkesi iyiliği yıkamasa tek vuruşta
Yani diyorum, biri olmadan öbürü olmuyorsa bu oyunda
Güçlünün hükmüne inat, bir sıfır önde olsa sevinmeler
Silah kelimesi cümlelere veda edip köhneleşse
Savaş da ona eşlik eder donanmasıyla birlikte
Yani diyorum, ölüme hala çare yok Gılgamış’tan beri de
Vahşi doğa kanunlarına inat, olmasa öldürmeler

15 Mayıs 2020 Cuma

Tarifi mümkün


“Hava çok güzel, bu akşam yemeği balkonda yiyelim” diyoruz.
Tabak, çatal götürüyorum masaya.
Kaşıkla yenecek bir şey var mı diye bakıyorum.
Kaşık da götürüyorum.

Biz mutfaktayken balkondan annemin bağrışlarını duyuyoruz. 
Ne olduğunu anlamak için yanına gidiyoruz.
Akşam yemeği hazırlığı yapan başka bir aileyi gösteriyor balkon camından.
Biz onları görüyoruz, onlar bizi görmüyorlar.
Caddedeki çöp konteynerinden yiyecek bir şeyler arıyorlar.
Annem hararetle “ne yapabiliriz” diye söyleniyor.
“Keşke bir şeyler yapabilsek!”

Onlara yeni komşularımız diyebilirim.
Dün de görmüştüm aynı şekilde aynı yerde, ondan önceki gün de…
Orta yaşlı bir adam, küçük bir kız çocuğu görüyorum.
Kadının yüzünü tam seçemediğim için yaşını tahmin edemiyorum.
Yanlarında eski bir bebek arabası var. Çocuk yürümeyi biliyor.

“Kadın, çocuğun annesi herhalde” diyor babam.
“Daha küçük geldi bana” diyorum, “sanki çocuğun ablası gibi”.
“Yok, annesi gibi duruyor” diyor annem.
Konteynerin tam arkasında kasap dükkanı var.
“Kasap yardım eder diye hep bu konteyneri seçiyorlardır belki” diyorum.

Kasap dükkanına birileri giriyor.
Ellerinde poşetlerle çıkıp yanlarından geçiyorlar.
“Keşke bir poşeti de onlara verseler” diyor annem.
“Biz bir şeyler mi götürsek?”

Konteynerin yanından arabalar geçiyor. Trafik sıkışıyor, arada durup bekliyorlar.
Bir araba park ediyor, içindeki adam çıkıp para veriyor.
Keşke birkaç kişi daha verse…

Konteynerden bulduklarını oturup yemeye başlıyorlar.
İlçe belediyesini arıyorum.
“Belediyenin bu aileye bir yardımı olabilir mi?” diye soruyorum. 
Bir taraftan da onlar için durum o kadar olağan görünüyor ki
“huzurlarını bozar mıyım acaba” diye düşünüyorum.
Keşke sorabilsem…

Beni zabıtaya yönlendiriyorlar. Durumu ona da anlatıyorum.
“Tam olarak yeri tarif eder misiniz?” diyor. Caddenin ismini veriyorum.
“Caddenin tam neresinde kalıyor?” diye soruyor.
Konteynerin etrafına bakıyorum. “Hani şu banka şubesi var ya” diyorum,
“onun yanındaki kasap dükkanının hemen önü”.

“Niye bu kadar detaylı sordum, biliyor musunuz?” diyor.
“Caddenin o tarafı bizim belediyeye değil, diğer ilçenin belediyesine bağlı.
Orayı aramanız gerek.”
Keşke caddenin bu tarafında olsalar…

“Peki” diyorum, “ararsam yardımcı olabilirler mi?”
“Sakın yanlış anlamayın ama…” diyor.
“Bazıları dışarıdan anlaşılmıyor fakat dilenci olabiliyor.
Kim gerçekten ihtiyaçlı, kim değil; ayırt etmek zor oluyor.
Eğer dilencilerse yardım edemiyoruz. Siz yine de bir arayın.”

O ilçenin belediyesini arıyorum. Telefona cevap veren olmuyor.
Mesai saatleri geçmiş.
Keşke mesai saatleri içinde burada olsalardı…

Ben bu aramaları yaparken onlar yemeklerini yemiş,
konteyneri karıştırırken etrafa dökülen çöpleri temizlemişler.
Toparlanıp gitmeye hazırlanıyorlar. 
“Acaba nereye gidiyorlar?” diyoruz.
“Gidecek bir yerleri var mı?”
Keşke bilebilsek…

Adam bebek arabasını sürüyor, kadın yanında. Çocuk önlerinde koşturuyor. Konteynerin yanındaki kaldırımda ilerliyorlar.
Bir sokak köpeği çıkıyor karşılarına.
Çocuk köpekle kovalamaca oynuyor.
Kadının yüzünü hala seçemiyorum.
Çocuğun gülüşünü görebiliyorum.
Çocuğun gülüşünü tarif edebilirim.

5 Şubat 2020 Çarşamba

birazcık şanslıysan


Var oluş nedenimiz, insanın amacı, anlam arayışı… Hep çok klişe geliyor kulağa ama milyonlarca yıl geçmiş, insanoğlu “kesin şöyledir” deyip bir cevap bulabilmiş mi bu sorulara? Hayır.

Bu belirsizlik yüzünden ben genelde bunları düşünüyorum. Başlarda “Bir anlam var, onu bulmaya çalışmalıyız” diye düşünüyordum. Sonra fark ettim ki yok, biz yaratıyoruz anlamın kendisini. Böyle olunca da olmayan anlamları yaratıp peşinde koşmak çok “anlamsız” bir çaba gibi gelmeye başlıyor.

Sürekli bunları düşünüyorum. Bir şeyin nedenini sorgularken, istediğim veya istemediğim şeylerin gerekçelerini düşünürken yine bu temel meseleye iniyor, yaşamın anlamsız olduğuna karar veriyorum.

Çok düşünüyorum. Ve bu var olmanın kanıtı olduğuna inanılan “düşünmek” iyi bir şey değil. Bu kadar var olmak ya da var olduğunun bilincinde olmak acı veriyor.

Sonra bu anlamsızlığa öyle ya da böyle anlamlar yükleyen insanların düşüncelerine, amaçlarına, hayatlarına bakıyorum. Hepsi bir şekilde yolunu çizmiş, var olmanın amacına yönelik fikirler üretmiş, yaşayıp gitmişler. Biri de demiş mi ki “Hayat çok anlamsız, yaşamaya değmez”? Hepsi içten içe yaşamayı kutsamış.

Tüm bu karmaşa içinde anlamlar üretiyorum ben de. Kafamda şöyle bir animasyon canlanıyor:
Tüm canlılar çok yüksek bir uçurumun başında sıraya girmiş. Uçurumdan atlamayı (belki de atılmayı) bekliyorlar. Sırası gelen atıyor kendini aşağı doğru. Yamaçlarda dallar vardır ya hani; tam düşerken ya tutunursun, ya takılırsın. Her canlı yere çakılmamak için o dalları bulup tutunma peşinde. Uçurum çok yüksek olduğu için atlamadan önce gözüne kestiremiyorsun. “Ben şu 5 kilometre aşağıdaki dalı hedefledim” diye bir seçenek yok; düşerken bulmak zorundasın. Herkes bir şekilde tutunmaya çalışıyor bir dala; tutununca da zaman içinde inşa ediyor, sağlamlaştırıyor dalı. Kimi sonra beğenmiyor, vazgeçiyor; diğerine geçiş yapıyor dallar arasına yol yapıp… Bazı dallar çok revaçta, bazısı hiç rağbet görmeyip bomboş kalmış. Kimi çok sağlam, kimi dokunsan kırılacak...

Ben de düşme sırasında “yok” diyorum, “o dal şöyle”, “yok, bu dalın burası böyle”… Zar zor kafama yatanı seçiyorum bir tane. “Oh” diyorum, “bu tam benlik”. Sağlamlaştırıyorum günden güne. Fırtına çıkıyor, tam kırılacak gibi oluyor; yama yapıyorum, kurtuluyorum. Sonra bir fırtına daha çıkıyor, sonra bir fırtına daha… “Artık hiçbir güç bu dalı kıramaz” diyorum. Ama sonra hiç beklemediğim bir anda öyle bir fırtına çıkıyor ki hazırlıksız yakalanıyorum.

Tam ortasından kırılıyor dal, aşağı doğru sürükleniyorum. Fırtınalara kızıyorum, dala küsüyorum. Ne kadar zor seçtim, emek verdim, özen gösterdim... “Haksızlık bu!” diyorum.

“Demek ki bu adını bile bilmediğim evren/hayat/doğa/tanrı/güç/enerji/düzen/sistem neyse artık, beni oyun dışında bırakmak istiyor; daha fazla mücadele etmeyeceğim ona karşı, bırakıyorum” diyorum. Kendimi aşağıya, karanlıklara bırakıyorum. “Hayat böyle işte” diyorum, “kimileri aydınlıkta, kimileri karanlıkta”…

Böyle deyince aklıma birden yıllar yıllar önce izlediğim “Karanlıktakiler” filmi geliyor. Ah işte ben de öyle karanlıktakilerdenim bu hayatta!

“O film de ne iyiydi ya” diyorum. Ne kadar etkilenmiştim... İzlediğimde belki 20 yaşında bile değildim. Buna rağmen gözümün önüne filmden sekanslar geliyor. O zamanlar sinemaya dair pek bir fikrim/bilgim yoktu, acaba bugün izlesem yine etkilenir miyim?

“Ben bu filmi yarın bir daha izleyeyim en iyisi” diyorum.

Hooop tam düşecekken can havliyle bir dala tutunuyorum. Hâlbuki ölmüş bir insan bile bu filmi izlese iç sıkıntısından dirilip tekrar ölür. Alır bir baltayı, tutunduğu dalı kendi elleriyle kırar.

“Neyse ben şu filmi tekrar izleyeyim de sonra bakarım dalın hâl çaresine” diyorum.

Hem Çağan Irmak’ın da öyle bir film yaptıktan sonra yeni filmleriyle popüler kültüre hizmet etmesi hoş oldu mu hiç? Şimdi sorsan Çağan Irmak diye, birçok kişi “Issız Adam” der; oysa kaç kişi izlemiştir “Karanlıktakiler”i? Filmin kaderi de işlediği konu gibi karanlıkta kalmak oldu işte. Belki de böylesi ruhuna daha uygundur, kim bilir…

Neyse ben en iyisi yarın şu filmi bir daha izleyeyim…

6 Aralık 2019 Cuma

Havadan Sudan


Bugün yolda yürürken yolun sağındaki bir adam yanındakini ikna etmek için “Nimet, Kur'an çarpsın ki öyle abi” dedi. Bir iki adım henüz atmıştım ki sol tarafta bir adam telefonda “Yemin ediyorum” dedi, hatta “Bak, sana ‘yemin ediyorum’ diyorum…” diye yemini üzerine yemin etti. Yani insanların artık birbirine şu kadarcık güveni kalmamış. Veyahut da bu iki adam yalan söylemeyi şiar edinmiş ikiyüzlü pisliğin teki. Öyle ya da değil, bir gerçek var ki yemin etmek karşındakini inandırmak için en masrafsız ve etkili yöntem.

Sözün özü, birazdan anlatacağım olayın kesinlikle kurmaca olmadığına yemin edebilirim. Nimet olsun, Kur'an olsun bilumum kutsal şeyler her bir yerimi çarpsın ki, hatta üç harfliler oramı buramı ters döndürsünler, ellerimle yürüyüp ayaklarımla konuşayım ki bu olay yüzde yüz gerçektir. Vallahi diyorum bak!

Bundan hepi topu 7-8 sene önce, yaz aylarında bazı metrobüs duraklarında, yolcuları serinletmek amaçlı geliştirilmiş su püskürten sistemler vardı. Hava kabarcıkları, istasyonun tepelerine monte edilmiş düzeneklerden su damlaları olarak çıkıp metrobüs bekleyen biz sayın yolcuları serinletirdi. Yani bu süperötesihiperteknolojik uygulamayı tasarlayan çok sevgili yetkili, serinletebileceğini hayal etmişti.

Gelgelelim, olay tam olarak böyle cereyan etmiyordu. Çünkü su, iki hidrojen ve bir oksijenin tepkimeye girmesiyle ortaya çıkan kimyasal bileşik olup temas ettiği yüzey nelerle tepkimeye girmiş olursa olsun ıslatırdı. Suydu bu. Ve suyla şaka olmazdı. Tabii ki bu süperötesihiperteknolojik uygulamayı tasarlayan yetkilinin bize su şakası yaptığı düşünülemezdi. Lakin su gibi berrak bir zihne sahip olmadığı da açıktı. Nitekim ilk gün bunun bir şaka olma ihtimaline inanmak istedim, ama günlerce devam edince kendisinin asla şaka sevmeyen, çok ciddiyetli bir şahsiyet olduğunu anladım.

Bu süperötesihiperteknolojik uygulama sadece günlerce sürse “Kim yaptı lan bu boktan şakayı? Ama sizi mi kırıcam” deyip gülebilirdim. Ancak yıllarca sürdü, gülemedim. Ve biz sayın yolcular, her seferinde ıslandık. Hava sıcaktı. Biz ise hem terli hem ıslaktık. Üstelik ıslanmaktan kaçamıyorduk. Şarıl şarıl yağmur yağdığında bile biz insanoğlu kaçacak bir köşe buluyorduk da bu anlamsızca su püskürten zımbırtıdan kaçamıyorduk. Çünkü her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünen yetkililer, kimse bu serinleme lüksünden mahrum kalamasın diye adım başı yerleştirmişlerdi düzenekleri. Metrobüse binmek için beklemek, beklemek için de ıslanmak gerekiyordu.

Hani manavlarda, balıkçı tezgâhlarında kullanılan sulama sistemleri var ya, heh işte onlardandı bunlar. Hatta bence bu süperötesihiperteknolojik uygulamayı tasarlayan yetkili, boş zamanlarında balıkçılık yapıyordu. Bir gün lüferin tezgâhta üfür üfür ıslanışını izlerken “Lan biz bunu şu bizim sayın yolcularımıza da yapsak ya, sevinsin garipler” demiş olabilirdi.

Bu ilk aklına geleni sorgusuz sualsiz hayata geçiren yetkilinin unuttuğu küçücük bir detay vardı; biz lüfer değil, insandık. Ve banyo yapmıyor isek, sahilde şezlong keyfi çatmıyor isek, çıplak değil isek, üzerimizde mayo yok ise; evden işe/okula gitmek için yola çıkmış kıyafetli, saçı başı yapılı halde isek ıslanmaktan hoşlanmazdık.

Biz sayın yolcular artık metrobüsün kalabalıklığından, havanın sıcaklığından geçip ıslanmamak için mücadele eder olmuştuk. Saçlarımız ıslanmasın diye yazın ortasında kafamızı örtüyorduk. Çünkü baaayan arkadaşlar bilir ki o saçlar dümdüz olmak için kafaya yatırılıp uyutulana kadar saatlerce uğraştırır ve bir damla suyun kokusunu bile alırsa sazın kopan teli gibi "dink!" diye yattığı yerden kalkacak kadar uykusu hafif bir arkadaştır.

Bu uygulamanın tuhaflığı ve rahatsız ediciliği konusunda bazen kendi aramızda söyleniyorduk. Toplum olarak çok minnoş ve tatlış olduğumuz için devlet büyükleri bizim dertlerimizle üzülmesin, kederlenmesin istiyorduk. Hem ne güzel bu sıcakta ıslatıyorlardı bizi, bir de kurutmakla mı uğraşsınlardı! Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasındı.

Hâl böyleyken içimizden biri artık yeterince ıslanmış olacak ki dayanamayıp isyan etti. “Kapatın artık şu suyu, bir götümüz kaldı ıslanmayan!” dedi. “Bu harcadığınız suyla oramızı buramızı ıslatacağınıza evlere dağıtın da hayrını görelim!” dedi. Bence öyle dedi. Ben olsam öyle derdim.

Yetkililer ıslak göt görmek istemediklerinden olsa gerek durumun vahametini anlayıp kestiler bizim suyu. Bir gün bir gittim durağa, herkes kupkuru. Hava ise hala çok sıcak. Biz ise hem terli hem kuruyuz.

Gördüğünü kavurmakta kararlı güneşe döndüm yüzümü, zaten ben dönmesem de o kimsenin ulaşamayacağı yerlerimi bile hedef aldığı için bana hep dönüktü. Yine de döndüm ve beynimin içini içini işaret ederek “Biraz da buramı yak ey güneş!” dedim. “Yak da az biraz ben de mutlu olayım, az biraz ben de güleyim de öyle göçeyim bu dünyadan!” Hem terli hem şuursuzdum.

Not: Bu yazıyı yayınlamadan önce paylaştığım kişilerin hepsi "Gerçekten oldu mu böyle bir şey ya?" diye sorup ikna olmadıklarını beyan ettiler. Oysa yukarıda da belirttiğim gibi "Nimet, Kur'an çarpsın şu kadarcık yalanım varsa..."


17 Mayıs 2019 Cuma

Burjuva


Durakta insan seli içinde metrobüse binmeye çabalarken insanlığı bu hallere düşüren sisteme lanet eder, bu kadar kalabalığın bir avuç insanın hükmünde olmasına anlam veremez, “şu an burada bir isyan çıkarsak da tüm dünyaya yayılsa” diye en devrimci, en ütopik, en tutkulu hayallerimi kurarım.

Metrobüs gelip de kapı tam önümde açıldığı an tüm kalabalığı yarıp oturur, ayaklarımı uzatır, kulaklığımı takar, sevdiğim bir müziği açar, gözlerimi kapatıp ruhumu müziğin götürdüğü yere teslim ederim.

Orta kapıdan binen şortlu ablama solundaki tekme atmış, sağındaki de taciz mi etmiş? Umurumda değil!

İki sıra arkamda oturan türbanlı bacıma yan gözle bakıp birtakım sinsi planlar mı yapmışlar? Bana ne!

Mendil satan küçük çocuğa hakaret edip şiddet mi uygulamışlar? Beni ilgilendirmez!

Emekli maaşı yetmediği için çalışmaya devam eden arka koltuktaki amcamın parasını mı çalmışlar? E kader işte!

Rica ediyorum, kavganızı az ötede yapın; ayaklarımı uzattığım alanı işgal ediyorsunuz.

Hayır, bir tek o değil; gürültünüzden müziği de duyamıyorum. Bakın sesi sona aldım -ki bu kulaklarım için zararlı- yine de geliyor sesiniz.

Çok gürültü yapıyorsunuz, çok...

17 Kasım 2018 Cumartesi

Gelme otuz, evde yokuz


O zaman yaşım 20, bilemedin 21 ama kesinlikle 22 değil. Güzellik merkezlerinin o meşhur beyaz deri koltuklarından birinde oturmuş, sıramı bekliyorum. Bir güzellik uzmanı kanıma girdi, “Sana cilt bakımı yapalım, yüzünü derinlemesine temizleyelim, gözeneklerinin analarını ağlatalım” dedi. “Olur” dedim.

Hayatımda saçımı hiç boyatmadım. Ombreymiş, balyajmış, röfleymiş yolda görsem selam vermem. Botoks, yüz gerdirme, doldurma, orayı kaldırtma, burayı şişirme gibi operasyonlar hasta olsalar ziyaretlerine gitmem.

Yaşı 20, bilemedin 21 ama kesinlikle 22 olmayan ben, o zaman da bugünkü kafadayken güzellik merkezinin bekleme salonunda oturmuş, beni çağırmalarını bekliyordum işte. Derken birden içeriye yüzleri streç filmle sarılı kadınlar girdi. Hani şu buzdolabına koymadan önce tabakların üstünü kapatmak için kullandığımız streç var ya, evet ondan. Ortalama 25-30 yaşlarında kadınlar yüzleri streç filmle kaplanmış, buzdolabına girmeyi bekleyen yemek kapları gibi yan yana oturup beklemeye başladılar.

Konulara yabancı olduğum için yüzlerine ne işlem yapıldığına dair en ufak bir fikrim olmamakla birlikte merak da ediyorum. Bakıp incelemek istiyorum ama yanlış anlarlar diye asla yüzlerine bakamıyorum. Bence çok komik bir görüntü ama onlar o kadar ciddi duruyor ki asla gülemiyorum.

O sırada içeri estetisyen kız girdi. Bana, “Botoks sırası sizde mi?” dedi. Ben de işte hem refleksten olsa gerek, hem espri katıp gergin havayı yumuşatayım diye, hem de yaş 20, bilemedin 21 ama kesinlikle 22 olmadığından, “Hayır tabii ki, ihtiyacım var gibi mi duruyor?” dedim, üstüne de onlara bakıp ukala bir sırıtış sosu ilave ederek sıcacık servis ettim önlerine.

Ah Burcu, ah saf Burcu! Ah yaşı 20, bilemedin 21 ama kesinlikle 22 olmayan Burcu! Öyle bir ortamda böyle bir şey söylenir mi Burcu!

Streçten yüzlerinin gerginliği ruhlarına işlemiş botoks sırası bekleyen kadınlar için o andan itibaren ortadan kaldırılması gereken adeta bir kırışık, siyah bir nokta, bir kaz ayağından farksızdım.

O yüzlerindeki streç film öfkelerinin ısısından eriyip buharlaşma evresine geçti. Estetisyen kız bile müşteri her zaman haklıdır ayağına yatıp da azıcık olsun tebessüm etmeye tenezzül etmedi. O alaylı ama bir o kadar da kendimce masum gülüşüm, fıkrasına gülünmeyen adam gibi slow motion şekilde son buldu ve yerini buruk bir ciddiyete bıraktı. O gün orada adeta ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.

Gel zaman git zaman, aradan yıllar geçti. O 20, bilemedin 21 ama kesinlikle 22 olmayan yaş, oldu mu 28!

Geçenlerde aynaya bakarken saçlarımın arasında bir beyaz tel fark ettim. Işıktan yanlış görüyorum sandım önce. Daha dikkatli bakınca gördüm onu. Bu oydu! Bu sadece beyaz masum bir telcikle karşılaşma anı değildi; bu benim gençliğe veda törenimdi, gittikçe uzayacak yasımın başlangıcıydı, yaprak döktüren sonbaharımdı, acımasız zamanın göz kırpmasıydı, madalyonun asıl tarafıydı, gençliğimi uğurladığım andı. Acıydı.

Peki, o saç teline ne demeli? Seni aciz, hain, zayıf saç teli! Hani söz vermiştiniz; daha 30'ları, 40'ları devirecektik birlikte. Suyunuzu mu eksik ettim? Bakımınızı mı esirgedim? Keratin mi az geldi? Biotin mi gerekti?

Üstelik beyazlamış ama kökünden hiç ödün vermemiş. Kalın, güçlü, kırılıp bükülmüyor... Köklerine bu kadar bağlıyken pigmentlerine niye aynı sadakati göstermedin? Bu kadar erken pes etmek niye?

“Erken mi?” diyerek bilgece gülümsedi saç teli. “Burcu kızım, 30'una ne kaldı şurada?”

30. Yazıyla otuz, rakamla 30. Hani şu düne kadar sana çok uzak olan 30. Hani şu biri 30 olduğunu söyleyince yaşlı olduğunu düşünüp 20’liğinle hava attığın 30.

30’u duyunca yüzümde kırışıklık var mı diye incelemeye koyuldum hemen. Ve işte o anda, yıllar önceki sahne belirdi aynada.

O lanet beyaz deri koltukta bekliyorum. Arkamdan bir ses, "Ne oldu Burcu? Yoksa artık botoksa ihtiyacın var gibi mi görünüyor?” Arkamı dönüyorum, yüzü streçli kadınlar, ellerinde streç rulolarla üstüme doğru geliyorlar. Kahkahaları kafamın içinde yankılanıyor!

Siz çok yanlış anladınız beni. Öyle demek istememiştim ben. Ya vallahi kötü niyetle söylemedim. Ben öyle espri olsun diye şey etmiştim. Cahildim, dünyanın rengine kanmıştım.

O gün streçlenmiş, bugün streçlenen ve yarın streçlenecek tüm kadınlar! Affedin beni! Hayat bana ağzımın payını verdi.

13 Nisan 2018 Cuma

SİNEK VIZILTISI


Odamda yataktan hiç kalkmak istemediğim, uyudukça uykumu getirdiğim günlerden biri...
Uyuyayım da zaman geçsin dediğim...
Yaşamak için hiçbir şey yapmak istemediğim...
27 yaşında ölenler kervanına katılmayı aşırı mantıklı bulduğum...
Şu yedinci katın penceresinden atlarsam ölür müyüm, ölmezsem ne derece sakatlanırım hesapları yaptığım...

O sırada aşırı rahatsız edici bir ses geliyor pencere kenarından.
O kadar umurumda değil ki bakmak istemiyorum. Merak bile etmiyorum. Yılan olsa da umurumda değil, fare olsa da...

Ses o kadar rahatsız ediyor ve tanımlayamıyorum ki kafamı çeviriyorum pencereye doğru.
Hem pencere kenarında ne işi var farenin, yılanın? Üstelik yedinci katta? "Ne olabilir acaba bu sesi çıkaran?" diyorum.
Merak ediyorum.
Tanrım! Bir hayat belirtisi gösteriyorum.
 
Pencere camından çıkmaya çabalayan kocaman kapkara bir sinek bu.
Vızıltısı, kocaman ve kapkaralığıyla eşdeğer. Öyle ki vızıltı kelimesi cılız kalır sesini tanımlamak için, belki vozolto desek ona daha çok yakışır. Kanadını ufacık oynatışı bile koca adam gibi cüssesiyle büyük yankılar yaratıyor. Sanki odanın içinde helikopter dolaşıyor. Büyüklüğü, aşırılığı imleyen bütün sıfatları kullanabilirim onu tanımlamak için.

Aklıma küçükken okuduğum, dev adamdan kaçmaya çalışan küçük çocuk masalı (Sihirli Fasulye) geliyor. Sahi, normal şartlarda ben korkarım bu tür sineklerden. “Aman, bana değmesin” diye uzaklaşırım. Bir yerime dokunma ihtimalinden bile iğrenir, kaçarım. “Bu yer ikimize dar, ya sen ya ben” der, en uzak köşeye saklanırım.
 
Demek ki diyorum, fobilerimiz hayatta kalma içgüdülerimizin sonucunda ortaya çıkmış ya, artık hayatta kalma içgüdümü kaybedecek kadar yaşamak istemiyorum.

Odanın kapısı kapalı. Penceresi, perdesi...
Başta sadece pencereyi zorlayıp küçük hareketlerle yetinen sinek, odada gezinmeye başlıyor. Hareketleri büyüdükçe sesi de büyüyor. Odayı baştan aşağı dolaştığı kaçıncı tur? Aynı yerleri defalarca arayıp tarayıp zorluyor... Ufacık bir delik görse dışarıya açılan, ufacık bir umut...

Sonra diyorum ki, bu yaptıklarının bir anlamı olmalı... Sinek de olsa aynı yerleri defalarca turlayarak çıkamayacağını anlayabilecek kapasitesi vardır. Hem de diyorum, bu sıradan kara kuru bir sinek değil. Görüntüsü ve sesinin ihtişamı, onun uyanık, özgüvenli, keskin bir zekaya sahip olduğunu gösteriyor. Evet, şimdi daha iyi anlıyorum. Bu, yanımdan geçerken adeta bana çarpmamaya özen gösterecek kadar nazik ve tabii ki kocaman kapkara sineklerüstü sinek, aslında kendini bana fark ettirmeye çalışarak yardım etmemi istiyor.

Sonra pis pis gülüyorum içimden.
Ben çıkmıyorsam bu odadan, sen de çıkamayacaksın diyorum. Yok öyle, kanatların var diye her yere gidebileceğini sanmak... Yok öyle; ben özgürüm, bir gün yerde bir gün gökteyim ayakları...
Nasılmış böyle bir yere hapsolmak, gör bakalım!

İzliyorum, odadan çıkmaya çalışmasını... Bir an bile durmadan tüm odayı hızla dolaşmasını... Arada yine dayanamayıp soluğu pencerede almasını...

Sesi artık hiç rahatsız etmiyor. "Aslında hiç de rahatsız edici değilmiş" diyorum. Bu kocaman kapkara sinek, çok da kocaman kapkara değilmiş... Aciz, çaresiz, kimsesiz... Bütün küçültücü sıfatları kullanabilirim onu tanımlamak için.
 
Ona yaptığım işkenceyi zevkle seyre dalmışken bir an duruyorum.
Yoksa diyorum, yoksa bu sinek şu an beni mi temsil ediyor?
Bu durumdan kurtulmak için çırpınan içimdeki beni mi?
Tüm bu isteği görmezden gelen, içinden kendine pis pis gülen, yoluna engeller koyan, kendine işkence eden bir ben daha mı var bunları bana yaptıran?

"Sineği kurtarsam ben de kurtulur muyum acaba?" diyorum.
Nasıl da seviyorum bu fikri?
Nasıl da kolay geliyor böyle bir çözümün varlığına inanmak?
Evet diyorum, bu sinek aslında benim. Şu an seyrettiğim, benim.

Ah güzel, tatlı sinek... Ah iyi niyetli sinekçik... Akıllı, zeki sineğim benim. Bütün güzel sıfatları kullanabilirim onu tanımlamak için.

Sonra bir an ses kesiliyor. O dayanılmayacak kadar gürültülü sesin sürekliliği sona eriyor.
Sineği yokluyorum bakışımla yattığım yerden. Hareketsizce pencereden dışarıya bakıyor sinekçik.
 
Vaz mı geçti yoksa diyorum.
Pes mi edecek bütün o çabasını hiçe sayıp?
 
Kendimi on ton ağırlığında hissettiğim yataktan kuş gibi kalkıyorum bir anda.
Pencerenin orada öylece duruyor.
Önce perdeyi açıyorum.
Hava güneşli.
Hava güzel.


Daha da bekletmeden açıyorum pencereyi.
Sessizce vedalaşıyorum onunla.
Arkasına bile bakmadan gidişini izliyorum.
Kurtarıyorum onu.
Hava güneşli.
Hava güzel.

9 Eylül 2017 Cumartesi

BU NE YAMAN ÇELİŞKİ ANNE!


Bir taraftan sürekli “Ben, bana ait, bana özel, ben benim, kimseye benzemem” kalıplarını motto gibi kullanırken…
“Sen özelsin, sen teksin, farklı ol, kendin ol” diye sloganlar atarken…
“Özünü bul, kendini keşfet” seminerleri düzenlerken…
Araba plakalarını bile isimlerimizden oluşturmaya çalışırken…
Her gün yeni kişisel profil, kişisel hesap peşinde koştururken…

Diğer taraftan “herkes” gibi olmak için nasıl da bu kadar mücadele ediyoruz?

İdealize edilmiş estetik anlayışı, trendler, popüler akımlar ile tek tipleştirmeye yönlendiren bir sistem içinde neyin “ben”liğinden bahsediyoruz?

Biri sana, “Mini etek giymeyeceksin” diye baskı yaptığında karşı geliyor, bunun kendi vereceğin karar olduğunu söylüyorsun ama “moda” olanı giydiğinde bunun kendi seçimin olduğunu sanıyor, tercih ettiğin yanılgısına kapılıyorsun.

Oysa ikisi de temelinde şiddet barındırıyor. İşin kötüsü; birinde bunu fark ediyorsun, diğerinde bunun şiddet olduğunun bilincinde bile değilsin.

Bugün alışveriş yaparken tercih ettiğin, beğendiğin rengi bile, “Dünya Renk Birliği” adlı kuruluş yıllar önce belirliyor ve senin beğeneceğin rengin ne olacağına onlar karar veriyor. Düne kadar hiç sevmediğin fuşya rengi, bir anda tüm gardırobunu kaplıyor.

Sistem sana bir “ideal” yaratıyor, algılarını yönetiyor, yönlendiriyor, sana “bu güzel” diyor, sen de farkında olmadan onu güzel kabul ediyorsun.

Aynaya her baktığında, o kafandaki “ideal” den uzak olduğun için kötü hissedip kendini ona benzetmeye, onu taklit etmeye çalışıyorsun. Özgüvenden bu kadar yoksunken kendinden “Ben özelim, tekim” diye bahsediyorsun.

Kendini “o”ndan, onun yaşayış biçiminden ne kadar uzak görürsen o kadar mutsuz oluyorsun. Hayatın sürekli ona ulaşma, ona benzeme, o olma mücadelesi içinde geçiyor.

Oluşturulan estetik ve güzellik anlayışı o kadar mevcut değil ki, o kadar var olmayan bir şey ki, o kadar gerçek dışı ki “güzellik kraliçesi” diye kabul edilenler bile, o “ideal” e ulaşmak için estetik operasyonlar yaptırıyor.

O da yeterli gelmiyor; dijital ortamda, sosyal medyada paylaşılan görsellerde oynamalar, rötüşler yapılarak zaten değiştirilmiş bir görünüm tekrar değişime uğratılıyor, var olmayan, yapay gerçeklik yaratılıyor.

Seni sen yapanlar, yani aslında var olanlar “kusur” kabul ediliyor. Sen de tıpkı parmak izin gibi başka kimsede olmayan, seni “sen” yapan “özel”likleri ortadan kaldırıyor, değiştiriyor, tek tipleştiriyorsun.
Özelliklerini yok edince kendini özel hissediyorsun.

“O” olmak için tüketiyorsun. Tükettikçe özgür olduğunu sanıyorsun. Sistem sana “Ne kadar tüketirsen o kadar varsın” diyor. “Tüketiyorum, öyleyse varım!”

Sahip olmazsan seni sistemin dışında bırakan şeyler yaratılıp ihtiyacınmış gibi sunuluyor. Daha çok tüketebilmen için seni paraya, kredi kartlarına bağımlı hale getiren, borç sahibi olman için çabalayan sistem, bu borçlarını ödemen için seni insan doğasına aykırı şartlarda çalışmaya mahkum ediyor. Bu mahkumiyet ve bağımlılık içinde, olduğun yere zincirle bağlıyken özgür olduğuna inandırmaya çalışıyor. Ve üzgünüm, inanıyorsun.

Gittiğin mekanda aynı elbiseyi giyen biriyle “pişti” olmamak için çaba harcıyor, tonla para verip kendine özel elbiseler diktiriyorsun ama yüzüne ve vücuduna yaptırdığın operasyonlarla binlerce kişiye tıpa tıp benziyor olmaktan rahatsız olmuyor, bunda bir tuhaflık bulmuyorsun.

Bestseller kitapların yazarlarını değerlendirme süzgecinden geçirmeden beğeniyor, önüne sunulan her “bilgi” yi araştırmadan doğru kabul ediyor, popüler olanı sorgusuz sualsiz destekliyorsun.

Radyoda gün boyu defalarca çalınan şarkı büyük olasılıkla sürekli duyduğun için kulağına hoş gelmeye başlıyor, herkesin dilinde olduğu için seviyorsun.

Sahip olduklarının özgün olduğunu düşünüyorsun ama evini Ikea Showroom’u gibi dizayn ediyorsun.

Reklamlarda gördüğün her markaya “marka” olduğu için kalitesini sorgulamadan güveniyor, ürünlerini satın alıyorsun.

O diziyi şu an herkes izliyor diye izliyorsun.

Ve evet, üzgünüm, herkes beğendiği için beğeniyorsun, beğendiğini sanıyorsun.

Tüm bunlara rağmen “Ben özelim, bireyim, özgürüm, özgür iradem, kendi kararlarım, kişisel tercihlerim, kişisel alanım…” diyorsun.

Seni farklı kılan her şeyi törpüleyip, yok edip farklı olduğunu iddia ediyorsun.

Bu küresel köyde, maruz kaldığımız, bırakıldığımız “ideal dünya” içinde “görece” diye bir kavramdan söz etmek mümkün müdür?

Ben kendi kararlarımı verirken acaba gerçekten kendi kararlarımı mı veriyorum?

Estetik algımı ben mi belirliyorum?

Özgür irade diye bir şey var mı?

O araba gerçekten benim ihtiyacım mı?

O rengi aslında seviyor muyum?

“Bana göre, benim fikrim, bence” diye kurduğum cümlelerin ne kadarı gerçekten bana ait?

“Ben”im değer yargılarım mı?

“Ben”im fikirlerim mi?

“Ben”im seçimlerim mi?

“Ben”im kararlarım mı?

Ben, ne kadar “ben”im?

14 Temmuz 2017 Cuma

KAFAMIN İÇİNDEKİ MİNYONLAR



Kafamın içini görüyorum. Çok düzenli, disiplinli, tıkır tıkır çalışan bir sistem var.

Umut, mutluluk, iyimserlik, neşe gibi tatlı güzel duygular animasyon karakteri minyon görünümündeler... Evet, aynı onlar gibi minnoş, sarı ve gözlüklü... Çalışkanlar, sürekli koşturuyorlar... Yüzleri her zorluğa rağmen gülüyor...

Sıkıntı, korku, kötümserlik, üzüntü gibi kötücül olanlar da aynı minyon görünümünde ama renkleri elbette ki siyah... Bunlarsa hep hinlik peşinde... Çalışmadan, kolay yoldan neler yapabiliriz kafasındalar... Yüzlerinde hep bir gevşek ifade, nahoş bakışlar...

Güzel bir yüzme havuzu var tam tepede, kafamın merkezinde. Kale gibi sarılmış etrafı... Havuza ulaşmak için merdivenleri çıkmak gerek... İki tane merdiven var... Biri sarı, diğeri siyah minyonların kullanması için...

Bu sarı minyonlar sıraya giriyor... Umut mutluluğa diyor, "Buyrun, siz önden", mutluluk umuda, "Yok efendim, siz buyrun"... Böyle kibarlıklar, naiflikler havada uçuşuyor...

Siyah olanlarda durum tersi... Sıkıntı korkuyu itiyor, "Çık, önce ben gireceğim!" Keder, "Açılın, sıra benim" diyor, üçer beşer çıkıyorlar basamakları...

Sarı minyonlar tarafında sonunda umut, çıkmaya karar veriyor... Kibar kibar tırmanıyor... Temkini de elden bırakmıyor, sıkı tutunuyor merdivene... Tam son basamağa ulaşıp kendini havuza bırakacakken havuzun içindeki sıkıntı, alaycı gülüşüyle sırıtıyor umuda... Umut görmezlikten geliyor, umursamamaya çalışıyor onu... Bunu gören kötümserlik boş durur mu? Merdivenin başına geçip sarsıyor onu... Umut dayanamıyor, merdivenden yere düşüyor... Arkasındaki iyimserlik, mutluluk, neşe de umudun yanına doğru iniyorlar hemen... Bir bakıyorlar ki umut ölmüş!

Bunu fırsat bilip meydanı boş bulan siyah minyonlar merdiven basamaklarını hızla çıkıp atlıyorlar havuza... Havuzda adeta cirit atıyorlar... Kimi kurbağalama yüzüyor kimi sırtüstü... Hatta kötümserlik, deniz yatağı üstünde elinde kokteyl bardağıyla keyif çatıyor... Yetmezmiş gibi işiyorlar, tükürüyorlar, kirletiyorlar havuzu!

Kafamın içinde bunlar olurken bacaklarım beni sürekli buzdolabına götürüyor... Buzdolabını açıyorum... Bakıyorum, kapatıyorum... Beş dakika geçiyor... Yine buzdolabını açıyorum ve kapatıyorum...Buzdolabının içinde ne arıyorum? Ne arıyorum da bulamıyorum? Beş dakika içinde buzdolabında olabilecek ne gibi bir değişiklik bekliyorum? Hiç belli değil.

Bu yaptıklarımı gören siyah minyonlar kahkahalarla gülüyorlar halime... Aynaya bakıyorum, onları görüyorum... Her yerdeler... Kafamın içindeler... Evin içindeler... Aynanın içindeler... Duvarların içindeler...

Sarı minyonlarsa umudun cenazesinde ağlama krizlerinde... Birbirlerine sarılıyorlar... E acımız büyük... Gözlükleri bile kocaman güneş gözlüğüne dönüşmüş... Yastalar... Adetleri gereği, yastayken bir süre havuza girmiyorlar...

Ah umut... Niye öyle düşüverirsin hemen... Neden ilk pes eden hep sensin? Ya sen iyimserlik? "Umut yoksa ben varıp" deyip niye mücadeleye devam etmezsin? Mutluluk ve neşe, sizin bitmek bilmeyen kaprislerinize ne demeli?

Peki, şimdi kim temizleyecek bu havuzu?